Ne olduysa o gün oldu.
O gün anlam kazandı yaşamak. Bir başka gözle gördüm doğayı. Ağaçların gülümsemesine, gökyüzünün beni izlediğine, kuşların beni nasıl bir arzuyla o senfoniye davet ettiğine, kapıların, pencerelerin bana açıldığına, renklerin beni dansa kaldırışına, bir adım mutluluğun ne anlama geldiğine… Unutulmuşluğun nasıl dile getirildiğine işte o gün tanık oldum.
Bir manavdan, bir işportacıdan, bir ayakkabı boyacısından, bir dilenciden, bir hayat kadınından, binlerce filozoftan öğrenemeyeceğiniz yaşama bakışı öğrenebilirsiniz. Okuduğunuz binlerce kitabın size veremediğini onların özlü bir sözü size verebilir. Acaba kaç kez damıtılmıştır da söylenmiştir? Kalakalırsınız o sözü duyunca. Zaman durur, silinir belleğinizden tüm birikimleriniz.
Şairsinizdir, yazarsınızdır, heykeltıraş, müzisyen, ressamsınızdır.
Bir şairsinizdir, bir dizeyle tüm yaşamı anlatamayan Lorca, Yevtuşenko, Mayakovski, Nâzım, Cemal Süreya, Yaşar Kemal… bir heykeltıraş Michelangelo, Leonarda da Vinci … olağanüstü bir yontu sizin yapıtınızdır. Beethoven, Mozart, Bach, Vivaldi’siniz belki, yaşamın özetini notalara dökemeyen… Evet ressamsınızdır Nâzım’ın Abidin Dino’ya seslendiği gibi mutluluğun resmini yapamayan bir ressam. Picasso, Goya, Gouguin , Çallı, Nuri İyem’sinizdir yaşamın özetini tuvale yansıtamayan . … Yapıtınız yaşamın bir parçasını somutlaştırmaktır. Elbette değerlidir uğraşınız. Yarınlara kalıp sizi yaşatır. Ya gün yüzüne çıkmamışsa sözünüz, resminiz, bir besteniz, heykeliniz? Yön verdiğinizi bilemeseniz de birilerinin yaşama bakışını nasıl değiştirdiğinizi öğrenemeseniz de siz bir yol çizmişsinizdir. İşte önemli olan da bu değil mi?
Ne olduysa o gün oldu.
Sözün bittiği yerde olduğumu bilmeden o sıcak ağustos öğle sonu soluğu bir birahanede aldım. Bir bira içip serinlemekti tek düşüncem. Bahçeyi görebileceğim bir masaya oturdum. KENDİME BİR YOLCULUK yapacaktım soğuk biramı içerken. Çözemediğim kişisel sorunlarımı o tahta masaya yatıracak, özeleştirimi yapacaktım. Sanık da kendim olacaktım, yargıç da. Objektif olma konusunda kararlıydım. Zaten yapım böyle idi gerçekçi olduğum için doğru söylediğim için en yakınlarımdan bile uzaktaydım. Ancak şunu biliyordum vicdanım rahattı. Cenap Şahabettin: ”Vicdan! Onu herkes yüreğinde taşımaz; dilinde,midesinde ve hatta cüzdanında taşıyanlar vardır.” diyor. Ben vicdanımı yüreğimde taşıyordum. Sadece ona karşı sorumluydum.
Dalmışım…
-Ne alırsınız beyefendi?
-Bira, dediğim anda o esmer güzeli bayanla göz göze geldim. O ana kadar hiç tatmadığım bir duygu ile sarsıldım öylece kalakaldım… Gözlerinin ardındaki hüznü gördüm. Kara gözlerinin ardındaki o kapkara hüznü… O an ben ARAGON’dum o da Elsa idi.
ELSA’NIN GÖZLERİ
Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde
……………
Kâinat param parça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa’nın
Gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri.
Bir süre bu dizeleri tekrarlayıp durdum. Elim kalemime gitti kalemim peçeteye. ‘Elsa’ yazabildim o bembeyaz peçeteye. Beni kendime döndüren esmer hüznün sesiydi:
-Tabi, yanında bir şey ister misiniz?
-Yooo, yooo, diyebildim.
Esmer bayan masadan uzaklaşırken ben nedeni belirsiz bir duygu ile ona yaklaşıyordum. Bu bir yıldırım aşkı değildi. Birlikte bir yaşam koşusuna başlamak düşüncesi, hayali değildi. Hele hele onu bedenen arzulamak hiç değildi. Peki o halde adı neydi. Bir ad oyamıyordum. Bir girdaptaydım. İlk kez…
Gün yavaş yavaş perdesini kapatıyordu. Bahçedeki çimler, ağaçtaki yapraklar, saksıdaki çiçekler rengini yitirmeye başlamıştı. Kuşlar da susmuştu. Gece miydi çöken birahaneye, yoksa gece tüm karanlığı ve sessizliği ile ruhuma mı çöküyordu ad koyamıyordum.
Birahanenin ışıkları içimdeki ışığın yanında bir hiçti. Esmer bayanın gözündeki hüzünden kalbine gitsem nelerle karşılaşırım ki diye düşünürken o tatlı ses:
-Buyurun beyefendi.
Bira bardağını tutan ellerine değdi gözlerim. Öyle ince ve uzundu ki ojeli parmakları. Kara gözlerine gözlerimi kilitledim öylece kalakaldım. Bana göre saatlerce, oysa biliyordum ki gerçekte birkaç saniye idi bu kilitlenme. Olamaz mıydı BU KİLİTLENME ne kadar ömrümüz kaldıysa o kadar süremez miydi? Duygularım evet diyordu, mantığımsa hayır.
O ilk yudumun soğukluğu duygu ve gerçek terazisini göreve çağırıyordu. Gözlerim buzlu bira bardağına ilişti bardak terliyordu. Ben kan ter içindeydim.
Ne oluyordu? Birden başlayan bu gök gürültüsü ve bu yağmur da neyin nesiydi? Bu yürek atışlarının hızlanışının nedeni neydi? Kırk yaşındaydım. Bir çocuğum vardı. Şu şiir mi gerçekleşiyordu yoksa.
* VE AŞK BARDAKTAN BOŞANIRCASINA
Kırkında bir aşk çıkageldi / Belli ki şaşırmış yolu / Giriverdi aşk kapısından içeri
Bin bir naz içinde / Kibar şık ipince / Yer yerinden oynadı / Dingin ömür / Değişti birden
Her yer aşk buram buram / Her yer toz duman
Kırkında / Kırk bilinmeyenli / Bir aşk çıkageldi / Bardaktan boşanırcasına
Kırkında da yaşanırcasına.
……..
Esmer bir ses:
-Oturabilir miyim?
-Tabi.
Gecenin esmerliği, esmerin geceliği. Neydi duyduklarım. Bayan garsonlar müşteriden ne kadar içki içerse -anlaşma nasılsa – o kadar alacaklı oluyordu patrondan. Bu nedenle masaları dolaşıyor, erkekleri sahte cilvelerle hoş tutuyor, bunun sonucu hem kendi kazanıyor hem patrona kazandırıyordu. Esmer bayan hangi amaçla gelmiş olursa olsun yanındaydı ya.
-Merhaba, adım NEFES. Uzatılan ele değen el.
-Merhaba .
Adım Nefes demişti esmer hüzün. Bu ne güzel bir addı. Nefes, yaşamın adı. Nefes’in gözleri beyaz peçetedeydi… Elsa, dedi usulca. O narin parmakları ile beyaz peçeteye dokundu.
-Bende kalabilir mi ?
-Tabi.
Göz göze geldik bir an. Konuşmuyorduk ancak şu bir geçekti ki gözlerimiz içimizi anlatıyordu. Susuyorduk…
Esmer hüzün kendini anlatmaya başladı.
32 yaşındayım. Bir kızım bir oğlum var. Kızım 15 yaşında oğlum 13. Onlara bakmak zorundayım. Böyle bir yerde çalıştığımı bilmiyorlar. Ben ilkokul mezunuyum. Ama şiir yazarım, okurum. Romanlar da yazdım ama yayımlatmadım.
-Bir bira söyler misin?
-Elbette.
Esmer hüzün anlatmayı sürdürüyordu:
-16 yaşında evlendirildim. Evlenen bendim ama imza babamındı. Gülderen Canyurt’un şiirindeki bendim sanki.
ANAHTARSIZ // vurdu gün sözcükler / çeyiz sandığım eşiğin dışında / babamın imza attığı andayım // çocuklar da anne olur / büyürken çocuğuyla // kırıla kırıla gidilen yol / çoğaltır düş kırıklarını / sandığımdın anahtarsız / eylülü sakladığım / naftalin kokulu bahçem… // katlayıp koydum cebime / birer birer sevinçlerimi / elim hep cebimde / sevinçlerim düşmesin diye… //
Babam zorladı ama 16 yaşında evlenen bendim. Çocuk gelindim yani. Sonra annelik sonra boşanma. Çocukları büyüt, okut ve tüm gereksinimlerini tek başına karşıla. Gece gündüz çalışarak. Bir değil üç işte çalışarak. Sonuç: Ne arayan var ne soran. Bu kadın ne yer ne içer, yaşamını nasıl sürdürür, anlamaya çalışan yok.
Can kulağı ile dinliyordum esmer hüznü. Ya ben, diye düşünüyordum. Ya ben! Yaşamın sonu gece miydi. Gece biz miydik ? Karanlık hep bize mi yazılıydı? İki gece bir gündüz niye etmiyordu?
Unutulmuştuk, yaşıyorduk. Yoksa, hatırlamanın sızısı mıydık ?
Esmer Nefes, gecenin noktasını koyuyordu:
-Bana iyi bak, beni iyi tanı.
-BEN, UNUTULMUŞLUĞUN GÖRÜNTÜSÜYÜM. Ya sen ?
10.06.2019 UŞAK
Leave a comment